The winning entry has been announced in this pair.There were 7 entries submitted in this pair during the submission phase. The winning entry was determined based on finals round voting by peers.Competition in this pair is now closed. |
Herkes peşinde olduğu halde, hiç kimsenin bulamadığı sükunetin çağımıza yön veren arayışlardan biri olduğunu söylemek, en azından gelişmiş ülkeler açısından, yanlış olmaz. Arabaların durmak bilmez vızıltısı, telefonların hiç susmayan zırıltısı, toplu taşıma araçlarının mekanik tıkırtısı, kimse yokken bile asla kapatılmayan televizyonların fondaki mırıltısı sanki dikkatimizi çekmek için birbirleriyle yarışır gibidir. Tüm insanlık, bir yandan gürültü kirliliğinde boğulurken diğer yandan vahşi doğaya, uçsuz bucaksız okyanuslara, hatta dinginlik ve iç huzura kavuşmak için özel tasarlanmış inziva yerlerine kaçarak kendini dinleyecek bir kuytu delik arar. Modern dünyanın keşmekeşinden uzaklaşmak isteyen tarih profesörü Alain Corbin yazılarını kaleme almak için Sorbonne’un güvenli topraklarına iltica ederken Norveçli kaşif Erling Kagge ise Güney Kutbuna dair anılarının huzurlu hafızasına sığınmayı tercih edenlerden. Aslında Corbin’in “Sessizliğin Tarihi” adlı kitabında da bahsettiği gibi, çağımızın eskilere kıyasla daha gürültülü olma ihtimali hayli düşük. Havalı lastiklerin icadından önce şehirlerin caddeleri demir çarklar ile at nallarının sağır edici darbeleri altında titrerdi. İnsanlar henüz cep telefonlarının gönüllü karantinasına girmemişken otobüslerle tren vagonları muhabbet ve kahkaha sesleriyle yankılanırdı. Gazete satan çocuklar son çıkan mecmuaları sessizce sallamaz, bir sokak başından diğerine bas bas bağırarak dolaşırlardı. Domates, biber, patlıcan ve taze gevrek satanlar da gazeteci çocuklardan geri kalmazdı. Tiyatrolarla operalar ıslık ve tezahüratlarla inlerdi. Hatta köydeki ırgatlar bile türkü çığırmadan tarlaya adım atmazdı. Oysa şimdilerde tek bir türkü dahi duyamazsınız. Bugün değişen şey aslında asırlardan beridir şikâyet edilen ses kirliliği değil, sessizliğin istila edeceği her yere bayrağını çoktan dikmiş olan dikkat dağınıklığıdır. Bu ne yaman çelişkidir ki ıssız bir ormanı, susuz bir çölü ya da insansız bir evi saran sessizlik bize aslında huzur değil, endişe verir. Ansızın dehşete kapılırız; kulaklarımız doğuştan gelen bir içgüdüyle bizi bu bilinmez boşluktan kurtaracak herhangi bir ses arar. Küllenen bir alevin hırıltısı, ağaçtaki kuşların cıvıltısı ya da rüzgarla salınan yaprakların hışırtısı, ne olduğu fark etmez. Evet, belki insanlar sükunet ister, ama asla sessizlik değil. | Entry #22697 — Discuss 0 — Variant: Not specified Winner
|
Çağımızda sık sık dile getirilen bir konu -en azından gelişmiş dünyada- insanların sessizliğe aç olması ve bunu hiç bulamamasıdır. Trafiğin gürültüsü, telefonların bitmez tükenmez biplemeleri, otobüs ve trenlerdeki dijital anonslar, boş ofislerde bile gümbür gümbür bağıran TV setleri nihayetsiz bir rahatsızlık ve dikkat dağınıklığı kaynağı. İnsanoğlu gürültüyle kendini tüketiyor ve el değmemiş bir yerde, engin okyanusta veya sükûnet ve konsantrasyona adanmış tenha bir yerde bunun tam tersini yaşamayı özlüyor. Alain Corbin bir tarih profesörü ve Sorbonne’daki sığınağından yazarken, Norveçli bir kâşif olan Erling Kagge ise her ikisinin de kaçmayı denediği Antarktik’in ıssız enginlikleri ile ilgili anılarına dayanarak yazıyor. Ne var ki Bay Corbin’in “A History of Silence” (“Sessizliğin Bir Tarihi”) kitabında da işaret ettiği gibi, günümüzdeki gürültü muhtemelen eskiden olduğundan daha fazla değil. Pnömatik tekerleklerden önce şehir sokakları metal kaplı tekerleklerin ve at nallarının taşlarda çıkardığı sağır edici tangırtılarla doluydu. Mobil telefonların yol açtığı gönüllü münzevilikten önce otobüsler ve trenler sohbetlerle çınlıyordu. Gazete satıcıları “mallarını” dilsiz bir yığın hâlinde bırakmıyor, onların reklamını bütün güçleriyle bağırarak yapıyordu; tıpkı kiraz, menekşe ve taze uskumru satıcılarının yaptığı gibi. Tiyatro ve opera “yaşa” ve “varol” nidaları ile yuhalamalardan oluşan bir kaos arz ediyordu. Taşrada bile köylüler rutin işlerin yaparken şarkı söylüyordu. Artık şarkı söylemiyorlar. Değişen şey, önceki yüzyılların da şikâyet ettiği gürültünün düzeyinden çok, sessizliğin istila edebileceği uzayı işgal eden dikkat dağıtıcı şeylerin düzeyidir. Burada da başka bir paradoks yatıyor, çünkü sessizlik bir çam ormanının derinliklerinde, çıplak bir çölde ve birden boşaltılmış bir odada ortalığı istila ettiğinde, özlenen şey sıklıkla huzursuzluk veren bir şey hâline geliyor. Korku yavaşça içimize sızıyor; kulak içgüdüsel olarak onu bu bilinmeyen boşluktan kurtaracak olan herhangi bir şeye -bu ateşin çıtırtısı, bir kuşun ötüşü veya yaprakların fısıltısı olabilir- sarılıyor. İnsanlar sessizlik istiyor ama o kadar da değil. | Entry #24128 — Discuss 0 — Variant: Not specified
|
Çağın teması, en azından gelişmiş dünyada, insanların sessizliğe aç olup da bunu bulamamasıdır. Trafiğin gürültüsü, hiç susmayan telefonlar, otobüs ve trenlerdeki dijital anonslar, boş ofislerde bile bangır bangır bağıran televizyonlar sanki hep beraber dikkat dağıtmak için birleşmişler. İster doğada, ister açık denizde isterse sükunet ve konsantrasyon için çekildiği köşelerinde, insan ırkı gürültü ile kendisini tüketiyor ve sessizliğe aç bir vaziyette. Bu gürültüden kaçmaya çalışan tarih profesörü Alain Corbin, Sorbonne'deki inzivasında bunu yazıyor ve Norveçli kâşif Erling Kagge ise Antarktika atıklarının hatırlarında tam da buna değiniyor. Ne var ki, Corbin'in "A History of Silence" adlı kitabında belirttiği gibi, belki de eskiden olduğundan daha fazla bir gürültü yok. Havalı lastiklerden önce, şehrin sokakları kulakları sağır eden metal kenarlı tekerleklerin ve nalların taşlar üzerinde çıkardığı çınlama sesi ile doluydu. Mobil telefonlar ile gelen gönüllü tecritten önce, otobüsler ve trenler sohbetlerle çınlıyordu. Gazete satıcıları gazetelerini sessiz bir yığın üzerine bırakmıyor, bunun tam aksine kiraz satıcıları, menekşe satıcıları ve taze uskumru satıcılarının yaptığı gibi en gür sesleri ile bağırarak satış yapıyorlardı. Tiyatro ve opera ise bir hurra ve tezahürat kaosundan ibaretti. Kırsal kesimde bile, çiftçiler işlerini şarkı söyleyerek yapıyordu. Artık söylemiyorlar. Değişen şey, daha önceki asırların da şikâyet ettiği gürültünün seviyesi değil, sessizliğin ele geçirebileceği alanı işgal eden, dikkatin dağılma seviyesidir. Başka bir tezat ise, bir çam ormanının derinliklerinde, kuru çölde, aniden boşalan bir odada sessizlik çöküverdiğinde, bu sessizliğin hoş karşılanmaması, aksine sinir bozucu bir hal almasıdır. Korku ve endişe sokuluverir; kulak içgüdüsel olarak kendisini bu bilinmeyen boşluktan kurtaracak herhangi bir şeye - ister bir ateşin çıkardığı ses ister bir kuş sesi isterse yaprakların mırıldanması - kendisini kaptırıverir. İnsanlar seslizlik istiyor, ama o kadar fazla değil. | Entry #24031 — Discuss 0 — Variant: Standard-İstanbul
|
Çağımıza özgü bir olgu, en azından gelişmiş dünyada, insanların sessizliğe şiddetle özlem duyması ve onu bulamamasıdır. Trafiğin uğultusu, telefonların durmak bilmeyen biplemeleri, otobüs ve trenlerdeki dijital anonslar, televizyon cihazlarının boş ofislerde bile eksik olmayan bangırtıları, bitmek bilmeyen bir dayaktır ve uçsuz bucaksız bir dikkat dağılmasına yol açar. İnsanoğlu kendisini gürültü ile tüketiyor ve aslında tam tersinin, örneğin vahşi doğa, okyanus açıkları ya da dinginlik ve yoğunlaşmaya adanmış inziva yerlerinin özlemini çekiyor. Tarih profesörü Alain Corbin ve Norveçli gezgin Erling Kagge, her ikisi de kaçmak umuduyla gittikleri yerlerden, ilki Sorbonne’daki sığınağından, diğeri Antarktika çölleri ile ilgili anılarında bu konuyu ele alıyor. Her şeye rağmen Bay Corbin’in “A History Of Silence” isimli çalışmasında işaret ettiği gibi, günümüzde muhtemelen, geçmişte olduğundan daha fazla gürültü vardır denemez. Havalı lastikler çıkmadan önce kentlerin caddelerini metal jantlı tekerleklerin ve at nallarının taşlar üzerinde çıkardığı kulakları sağır edici metalik sesler dolduruyordu. İnsanlar kendilerini gönüllü olarak cep telefonları ile dış dünyadan yalıtmadan önce, otobüsler ve trenler konuşma sesleriyle çın çın ötüyordu. Gazete satıcıları, mallarını suskun birer yığın halinde kaderine terk etmiyor, avazları çıktığı kadar bağırarak reklamını yapıyorlardı; aynı şey kiraz, menekşe ve taze uskumru satıcıları için de geçerliydi. Tiyatro ve opera, sevinç nidaları ve yuhalamaların birbirine karıştığı bir keşmekeşti. Kırsal kesimde bile, ırgatlar köle gibi çalıştırılırken şarkılar söylerdi. Günümüzde artık söylemiyorlar. Değişen şey, geçmiş yüz yıllarda da şikayet konusu olan gürültü düzeyinden çok, uzamı dolduran ve yokluğunda yerini sessizliğin işgaline bırakabilecek olan dikkat dağılmasının düzeyi oldu. Bu noktada bir başka çatışkı baş gösteriyor: Anlaşılan, sessizlik bir uzamı işgal ettiğinde (örneğin bir çam ormanının derinliklerini, çıplak çölü, aniden boşaltılmış bir odayı) insanların hoşuna gitmekten çok onları tedirgin ediyor. Böyle anlarda korku benliğimizden içeri süzülüyor; kulaklarımız içgüdüsel olarak bir ateşin tıslamasına, bir kuşun çağrısına, yaprakların hışırtısına, kısacası duyduğu her sese kenetleniyor. İnsanlar sessizlik istiyor; fazla olmaması şartıyla. | Entry #23548 — Discuss 0 — Variant: Standard-İstanbul
|
Çağımızın teması, en azından modern dünyada, insanların her daim sükûnet arayıp, asla bulamamaları. Trafiğin uğultusu, telefonların durmaksızın biplemesi, otobüs ve trenlerdeki dijital anonslar, boş ofislerde dahi yüksek sesle çınlayan televizyonlar... hepsi, durmadan maruz kaldığımız, bitmek bilmeyen bir uyaranlar dizisi. İnsanoğlu bir yandan kendi kendini maruz bıraktığı bu gürültüyle kendini yorarken, bir yandan da tam tersini isteyip, kendini ücra ormanlara, açık denizlere ya da az biraz huzur ve konsantrasyon bulmak için inzivaya çekebileceği bir köşeye atıyor. Tarih profesörü Alain Corbin'in yazılarını yazdığı, kafa sığınağı Sorbonne ve Norveçli gezgin Erling Kagge'nin anılarında yer verdiği, Antarktika'daki uçsuz bucaksız araziler hep kaçış çabasıyla gidilen yerler. Gelgelelim, Alain Corbin'in "A History of Silence" (Sessizliğin Tarihi) eserinde de bahsettiği gibi, gürültünün miktarında, öncesiyle kıyaslandığında, herhangi bir değişiklik yok. Şişirilmiş lastikler hayatımıza girmeden önce, şehirlerin taş sokakları, metal kenarlı tekerler ve at nallarının kulakları sağır eden çınlamalarından geçilmiyordu muhtemelen. Cep telefonlarını tercih ederek üzerimize çektiğimiz yalnızlık gelmeden önce otobüsler ve trenler sohbet-muhabbet doluydu. Gazete satıcıları depolarından sessiz sedasız ayrılmıyor, manavlar, çiçekçiler ve balıkçılar gibi mümkün olan en yüksek sesle bağırarak ürünlerini satmaya çalışıyorlardı. Tiyatrolar ve operalarda alkışlar ve tezahüratlar kaos yaratacak düzeydeydi. Hatta, kırsal alanlarlarda bile köylüler çalışırken şarkı söylerlerdi. Artık şarkı söylemiyorlar. Değişen şey, önceki çağlarda da şikayetçi olunduğu gibi, gürültünün seviyesi değil, aslında. Değişen, sessizliğin hüküm sürdüğü yerleri işgal etmeye başlayan dikkat dağıtıcılar. Bu da karşımıza bir tezat olarak çıkıyor, çünkü dikkat dağıtıcılar bir çam ormanının, çıplak bir çölün veya aniden boşalan bir odanın derinliklerini işgal ettiğinde, hoş karşılanmıyor, aksine sinir bozucu olarak nitelendiriliyorlar. Korku işliyor insanın içine, sinsice; kulak içgüdüsel olarak her şeye karşı tetikte oluyor; bazen ateşin fısıltısı, bazen bir kuşun çağrısı, bazen de yaprakların hışırtısı; ne olursa olsun, yeterki bu bilinmezliğin boşluğu dolsun. İnsanlar sessizlik istiyorlar, ama o kadar da değil. | Entry #22567 — Discuss 0 — Variant: Standard-İstanbul
|
Yüzyılın mevzusu, en azından gelişmiş ülkelerde, insanların sessizliğe hasret olmaları ve bunu hiç bulamamaları. Trafiğin gürültüsü, telefonların aralıksız biplemeleri, otobüs ve trenlerdeki dijital anonslar, boş ofislerde bile son ses açık olan televizyonlar bitmek bilmeyen saldırı ve zihin dağınıklıkları. İnsan ırkı kendisini gürültü ile bitap düşürüp -vahşi doğada, engin okyanuslarda ya da dinginlik ve konsantrasyona adanmış bir inzivada olsun- tersine özlem duyuyor. Sorbonne’daki sığınağından yazan tarih profesörü Alain Corbin ve Antarktika’nın boş arazilerindeki hatıralarını yazan Norveçli araştırmacı Erling Kagge, her ikisi de buralara kaçmaya çalıştı. Gelgelelim, Corbin’in "Sessizliğin Tarihi"nde dikkati çektiği gibi, muhtemelen eskisinden daha fazla ses yok. Sokaklar, hava basınçlı lastiklerden önce metal çerçeveli tekerleklerin ve nalların taşlar üzerindeki sağır eden tangırtılarıyla doluydu. Otobüsler ve trenler, gönüllü olarak cep telefonlarına gömülmemizden önce konuşmalar ile çınlıyordu. Gazete satıcıları, mallarını suskun yığınlar halinde bırakıp gitmiyor, avaz avaz bağırarak reklamlarını yapıyorlardı; tıpkı kiraz, menekşe ve taze uskumru satıcıları gibi. Tiyatro ve operalar, alkış ve tezahüratlar ile kaos halindeydi. Kırsal kesimde bile, köylüler ağır işlerde çalışırken şarkı söylüyordu. Oysa artık söylemiyorlar. Değişen, önceki yüzyılların da şikayetçi olduğu, sesin miktarının çok fazla olması değil, zihni dağıtan şeylerin miktarının çok fazla olması; bunlar da sessizliğin kaplayabileceği boşluğu ele geçiriyor. Burada da başka bir paradoks ortaya çıkıyor, çünkü sessizlik hâkim olduğunda da —bir çam ormanının derinliklerinde, ıssız çölde, aniden terkedilen odada— hoş karşılanacağına sıklıkla sinir bozucu bulunuyor. Korku ve endişe yavaşça içeri süzülüyor; kulak, sezgisel olarak, kendini bu bilinmeyen boşluktan koruyacak her şeyi; ateşin tıslaması veya kuşların ötüşü ya da yaprakların hışırtısı; tespit ediyor. İnsanlar sessizlik istiyor, fakat çok da fazlasını değil. | Entry #24290 — Discuss 0 — Variant: Not specified
|
En azından gelişmiş dünyada, çağın teması, insanların sessizliği istemesi ve hiçbirini bulamamasıdır. Trafik gürültüsü, telefonların kesintisiz bip sesi, otobüslerde ve trenlerde dijital ilanlar, boş ofislerde bile parlayan televizyonlar, hepsi kesintisiz bir batarya gibi dikkat dağıtıcı. İnsan ırkı gürültüyle kendi kendini tüketiyor ve durgunluk ve yoğunlaşmaya adanmış, vahşi doğada ya da büyük okyonuslarda ise tam tersini arzuluyor. Bir tarih profesörü olan Alain Corbin Sorbonne'daki sığınağından yazıyor ve bir Norveçli kaşif olan Erling Kagge ise her ikisininde kaçmaya çalıştıkları Antartika'nın atıklarına dair anılarından. Ve yine de, Bay Corbin'in "Bir Sessizlik Tarihi" nde işaret ettiği gibi, muhtemelen eskiden olduğundan daha fazla gürültü yoktur. Havalı (Pnömatik) lastiklerden önce, şehir sokakları taş üzerinde metal kenarlı tekerleklerin ve nalların sağır edici tikirtilarıyla doluydu. Cep telefonlarında gönüllü izolasyondan önce, otobüsler ve trenlerde sohbet sesleri çınlardı. Gazete satıcıları, eşyalarını dilsiz bir yığın halinde bırakmadı, ancak kiraz satıcıları, menekşe ve taze uskumru satıcıları gibi üst düzeyde reklamını yaptı. Tiyatro ve opera, tezahürat yapılan kargaşaydı. Kırsal kesimde bile köylüler, zikir eder gibi şarkı söylerlerdi. Şimdi şarkı söylemiyorlar. Değişen şey, önceki yüzyılların da şikâyet ettiği gürültü seviyesi değil, sessizliğin işgal ettiği alanı işgal eden dikkat dağınıklığıdır. Bir başka çelişki daha var, çünkü bir çam ormanının derinliklerinde, çıplak çölde, aniden boş bir odada istila edince - sık sık karşılamadan ziyade sinir bozucu olduğunu kanıtlıyor. Içini korku sarınca, kulak içgüdüsel olarak herhangi bir şey üzerinde yogunlaşır, ateş cazırtısı, kuş çağrısı veya yaprak hışırtısı olsun, bu bilinmez bir boşluktan kurtarır. Insanlar sessizlik ister fakat o kadar değil. | Entry #22763 — Discuss 0 — Variant: Standard-İstanbul
|